23 Temmuz 2013 Salı

Çalışılan kurumlar daha demokratik olabilir mi?



Bu yıl içerisinde üst düzey bir yönetici ekibiyle yaptığım bir çalışma sırasında bu konu gündeme geldi ve bir süre tartışıldıktan sonra, maalesef iş yönetiminde demokrasinin pek yeri olmadığı gibi bir sonuç çıkarıldı.

Bu düşünüşü biraz daha irdelemek gerektiğini düşünüyorum. Öncelikle işyerlerinde demokratik yaklaşımın ne olabileceğine bakabiliriz. Özellikle de bu yazıda iki kavramın üzerinde durmak istiyorum.

Buradaki birinci kavram “katılımcılık” olacaktır. Peki hangi konularda?

Muhtemelen şirketin hangi pazara gireceği, hangi alanlarda kaynaklarını kullanacağı konularla ilgili kararların tamamı, türlü sebeplerle, katılıma açılamayabilir.  Kurumsal stratejiyi ilgilendiren başka bazı konular da gizlilik gibi nedenlerle katılıma açılmayabilir. Ancak mevcut işleyişle ilgili hemen her karar çalışanların açık tartışmasına konu edilebilir.

İlgili ikinci kavram “şeffaflık” olacaktır. Bu da aynı şekilde kurum içi uygulamalarda sorunlar oluşturabileceği düşüncesiyle maalesef yaşatılmayan bir değer olarak karşımıza çıkıyor. Oysa ki şeffaflığın getireceği rahatlık ve temizlik iletişimi hızlandıracak, çalışanların ne olduğunu anlamak için harcadığı gereksiz enerjiyi işlerine yöneltmelerini sağlayacaktır. Burada da liderlerin olumsuz deneyimleri olduğu için bir direnç sezilmekte. Şeffaflık sınırlarını her seferinde biraz daha zorlamak gerekmektedir.

Her iki kavramın da karşılık bulabileceği alanlar neler olabilir? Adeta hızlı bir liste yaparsak, tasarruf tedbirleri, organizasyonel yapıyla ilgili konular, yenilik arayışları, yeni bir uygulamanın hayata geçirilmesiyle ilgili prensiplerin ya da adımların belirlenmesi, yıllık stratejiler, sosyal sorumluluk projeleri, günlük hayattaki herhangi bir uygulama, takımların kendi içinde ve takımlar arası çalışmaların nasıl yürütüleceğine dair anlaşmalar, ofis tasarımları, diğer günlük konular gibi pek çok konu katılım ve şeffaflıkla ele alınabilir.

Buna engel nedir peki? İlk olarak karşımıza hız çıkıyor. Ancak hızla yukarıdan verilen kararlar benimsenmeyince, çalışanların kendi arasında yaptığı konuşmalardan dolayı ortaya müthiş bir enerji kaybı çıkıyor. İkinci olarak her kararın ikna yoluyla alınmasının yaratacağı karmaşa engel olarak gösteriliyor. Doğrudur, bu kaotik bir ortama yol açabilir. Ancak zaten içinde bulunduğumuz çağ ve iş yaptığımız pazarlar yeterince kaotik; bu ortama tam düzenle müdahalede bulunmamız pek mümkün değil. Bunun yerine, hızı artırmak ve kaotik ortamın daha çabuk düzene kavuşabilmesi için bazı prensipler belirlenebilir. Örneğin “%60 mutabakat %100 adanmışlık” iyi bir prensip olabilir. Yani bir konu yeteri kadar tartışılıp belli bir yöndeşlik sağlandığında herkesten alınacak karara %100 bağlı olmalarını istemek o kadar da zor olmayacaktır.

Ne kazanacağız? Öncelikle iş hayatına yeni giren insanların bağlılığı üzerinde çok olumlu katkısı olacağına inanıyorum. İnsanların kurumu ve uygulamaları sahiplenmelerinden dolayı ekstra bir performans artışı yaşayacağız, tek başına tüm parametreleri görmek nerdeyse imkansız olduğu için daha geniş bir bakış açısıyla karar vermiş olacağız.

Evet başta daha zorlayıcı olabilir ama demokrasi yaşanarak öğrenilen ve kendini oluşturan bir kavram aynı zamanda. Kurum bunu yaşadıkça kendi versiyonunu daha iyi keşfedecektir. Aynı düşünceyle eğer insanların 8-10 saatini geçirdikleri ortamları demokratikleştirebilirsek, ülkemizi ve dünyayı da daha demokratik bir yer haline getirebiliriz.

29 Ocak 2012 Pazar

Kovuldun!


Pek kıymetli iş arkadaşım, yazdığı mektubu aldım. Ben de cevaben bunları yazmak istedim. Sonuç olarak işinde çalışmaya devam etsen de duygusal olarak kovuldun!

Niye mi?

Aslında hiç istemediğin bir işte çalışmana rağmen bunula ilgili hiçbir şey yapmadığın ve bunun bedelini bana ödettiğin için, kendine bu kadar güvenmediğin için.

Her kimden öğrendiysen, “birbirimizi sevmek zorunda değiliz ama saymak zorundayız” gibi basmakalıp bir düşünceyle hareket edip birlikte çalıştığın insanları merak etmediğin için.

Bütün bir yıl çalışıp sonuçlar beklendiği gibi çıkmadığında hiç sorumluluğun yokmuş gibi ne yapacak acaba diye bana baktığın ve beni yalnız bıraktığın için.

Bir kere, bana olumsuz gelen tarafını eleştirdiğim zaman dünya başına yıkılmışçasına duygusal tepkiler verdiğin için.

Sahiden fikrini sorduğumda hiçbir şey söylemeyip, toplantıdan çıktıktan sonra “olmaz böyle” diye arkadaşların arasında konuştuğun için, bu kadar korkak olduğun için.

Aldığım bir eğitimde fark ettiklerimi acemice uygulamaya çalışırken, alaycı alaycı bakıp bana destek olmadığın için.

Ve en nihayetinde iki yüz gün birlikte çalışmamıza rağmen bana bir şey söylemeye cesaret etmeyip ilk ankette bütün kinini kustuğun için ve bu kadar güvenilmez olduğun için...

4 Ocak 2012 Çarşamba

SENİ TERK EDİYORUM!

Sevgili yöneticim bu bir veda mektubudur.

Benden ne beklediğini ve benim neleri yapabilip, yapamadığımı söylemediğin için. Benimle yüzleşmekten korktuğun ve bu korkunla baş edemeyip hesabı bana kestiğin için.

Söz verip tutmadığın için.

Bir şeyleri, her şeyleri benden gizlediğin için.

Kendini şirketin sahibi beni ise maaşa tamah eden bir parya gibi gördüğün için.

Yüzümün düştüğünü görmene rağmen, yaklaşıp anlamaya çalışırsan işleri savsaklayacağımı sandığın için.

Kendince doğru sandığın şeyleri kesin doğru sanıp bana dayatmaya çalıştığın için

İş dışında bir yerlerde karşılaştığımızda hep üst perde ses tonuyla “naber? Nası gidiyo? diye sorduğun için.

Diğer insanların üç kuruşundan tasarruf edilirken kendi konforundan asla vazgeçmeden, bindiğin şirket arabasının modelini yenilediğin için.

Gidilen bir yemekte maaşımın yarısı kadar gelen hesabı ödedikten sonra gelen rakamla ilgili “hiç bir şey değilmiş, nerelere vermiyoruz ki” diyerek duyarsızlığına tavan yaptırdığın için.

Aylar boyunca yüzüme bakmadan önümden geçip, gerçekten kim olduğumu merak etmeden yaşayıp, sonra da motivasyon olsun diye beni yemeğe götürmeye çalıştığın için. Oysa ki çok basit değil mi, dışarıda tanımadığın insanlarla sen yemeğe gitmek istiyor musun, ben de seni tanımadığım için gitmek istemiyorum.

Yapılan maaş zamlarını on dakikalık bir toplantı bile yapmadan Cuma akşamı çıkmadan hemen önce, maille duyurduğun için. Bu kadar korkak olduğun için.

Ne diyecek acaba diye ben senin ağzının içine bakarken, nasıl olsa unutulur diye görmezden geldiğin için.

Ortada sorunların var olduğunu sen de ben de bilirken, bana güvenmeyip “sorarsam meşrulaşır o zaman cevap veremezsem daha kötü olur” sanarak kafanı kuma gömdüğün için.

Hayatımın en kıymetli varlığı çocuğum hastalanıp da işe geç geleceğimi söylemek için seni aradığımda, nasıl olduğumu ya da neye ihtiyacım olduğunu sormadan “ne zaman geleceksin?” diye sorduğun için.
Tüm bunların üstüne "çalışan memnuniyeti" anketinde sonuçlar istediğin gibi çıkmadığında hepimizi toplayıp “ne tür aksiyonlar alalım?” diye soracak kadar komik olduğun için seni terk ediyorum...

2 Kasım 2011 Çarşamba

Hangisi doğru ?


Bazen insanlar ne yapmanın doğru olduğunu soruyorlar. Bu soruyla karşılaşınca çok şaşırıyorum. Birincisi keşke bilseydim, diye geçiyor içimden. İkincisi sadece şimdi ve burada olabilme, düşünebilme ve hareket edebilme imkanımız varken kim bilir neyin doğru olduğunu, daha önce hiç olmadı ki. Üçüncüsü şimdi doğru gelenin yanlış, yanlışmış gibi duranın da doğru olduğu o kadar çok örnek var ki hayatımda...O zaman sevgili annannemin hep ve her durumda söylediği geleneksel söz geliyor aklıma, “her işte bir hayır vardır”
Yine de hangisi doğru sorusuna şimdilik bulduğum dörtlü bir sorgulama var. En azından şimdilik ben öyle yapıyorum.
- İstediğin sonucu alabiliyor musun ? (bunun için önşart ne istiyorum sorusuna sahici ve cesur bir cevap vermek)
- Bu durum değerlerinle örtüşüyor mu ? (önşart değerlerinin ne olduğunu anlamış olmak)
- Bu çözümün bedelini ödemeye hazır mısın? (önşart gerçek bedelin ne olduğunu görmek ve anlamak)
- Bu çözüm bütüne katkı sağlıyor mu? (sadece senin işine yarayan ama diğerlerinin yararlarını gözardı eden çözümler başka sorunlar yaratma potansiyeline sahipler)
Yukarıdaki dört sorunun da cevabı EVET se, o yolun doğru olduğunu kabul ediyorum.

22 Ağustos 2011 Pazartesi

LİDERLİĞİNİN KAYNAĞI


Liderliğinin Kaynağı Ne ?
Liderlikler ilgili çok fazla söylenen söz var, her birinin de geçerli olduğu, olmadığı tarafları var. Benim bahsedeceğim liderlik, sadece bir grup insanı bir yerlere taşımakla ilgili bir liderlik değil. İnsanın yaşam liderliğinden bahsediyorum.
İki tane lider hayal edin. Her ikisi de geleceğe dair öngörü sahibi, diğer insanları bu geleceğe inandırıyor ve onları hareket ettiriyor. Sonuç almak için kararlı ve azimli bir şekilde ilerliyor ve diğer insanlar onun hareketlerinden ilham alıyor. Belki de burada sayamadığım diğer bir çok davranışı aynı şekilde sergiliyorlar.
Fark bu iki liderin içine bakınca ortaya çıkıyor sanırım. Bir tanesi “başarı” elde edince, “önemli” olduğunu görünce, “güçlü” olduğuna inanınca, tamam olacağını düşünüyor olsun. Bu liderlik benim deyimimle “açlıktan liderliktir”. Bu tür bir liderliğin önemli sakıncaları var. Öncelikle, bu lider doyması dışsal hiçbir kaynakla sağlanamaz. Ta ki kendisi bunu söyleyinceye kadar aç kalmaya mahkumdur. Diğer bir sakıncası ise, bu liderin istediğini elde edebilmek için ödemeyeceği bir bedel yoktur.
Diğer liderin içine bakınca ise kendisi ile helalleşmiş olmanın tamlığı vardır. Bu insanın liderliği de benim deyimimle “tokluktan liderliktir”.
Açlıktan lider olan kişi, kendine başarı, güç ya da önem gerektiğini düşündüğü için bunu elde edene kadar doymayacaktır. Kendinde olmadığını sandığı şeyin esirdir.
Diğeri ise kim olduğunu anladığı için özgürdür ve başarı yaratır, güç yaratır, önem yaratır.

ATLA


Atla Diyorum !
Atla diyorum sana !
Güven kendine, bir şey olmaz, atlayınca konacağın yeri henüz görmedin ki.
Başına bir şey gelirse de halledecek gücün var. Halledersin.
“Atla demek kolay” dediğini duyuyorum.
Biliyorum kolay olmaz. Sadece olabileceğini biliyorum.
Olmaz sandıklarının çoğu senaryo. Kendin yazıp kendin korkuyorsun.
Atla diyorum, sana. Isınmadan, sindire sindire gitmeden.
“Yavaş yavaş yapacağım, zamana ihtiyacım var” diyorsun ya,
Zamanın olmayabilir. O zaman ne diyeceksin kendine ?
Sen ısınmaya çalışırken, “süren bitti” derlerse ya ? Esas ondan kork.
Çünkü süren bitince sahiden bir şey yapamazsın.
Onun dışındakilere elbet bir çare bulursun.
Atla diyorum. İneceğin yerde çok eskiden bulunduğun için tam hatırlamıyorsun. Korkma yok bir şey.
Atla !